Yaşam

Öteki olanın yok edildiği bir savaş

2024 Duygu Asena Roman Ödülü’ne değer görülen Neslihan Önderoğlu’nun son kitabı ‘Cüret’, dış dünyayla mutlak bir kopuş yaşamak zorunda bırakılan Gül’ün, bedensel engelli Oğuz’un ve Antikacı Resul’ün şehrin kaynayan sularının arasında kaldığı mücadeleyi, Öteki olanın yok edildiği bir savaşı, arkasına bakmadan uzaklaşmak istemenin çaresizliğini anlatıyor bize. Üstelik gidene, geride bırakılana ne olacağının bilinmezliği ve karanlığıyla.

TİK TAK

“Tik tak. Duvardaki saatte üst üste titreşen iki siyah kol. Saatin beyazında. Siyah ceket giymiş bir adam kollarını havaya kaldırmış bana el sallıyor. Hep babama benzetiyorum onu. Beni burada bırakmış da boynunu ceketinin içine kıstırıp giderken dönüp dönüp cama bakışına; bir otobüsü, bir arabayı önüne geçip durdurur gibi kollarını kaldırıp indirişine.”

Önderoğlu, ‘Cüret’in bu ilk paragrafıyla ana karakterlerden biri olan Arap kökenli mülteci Gül’le tanıştırıyor bizi. Gül, ana dili Arapça olan, tek kelime Türkçe bilmediği halde henüz küçücükken, annesi öldükten sonra babası tarafından şehre götürülüp oradaki Türk bir ailenin yanına, engelli oğulları Oğuz’a bakmak üzere satılan ve yanında çalıştığı Aliye Hanım’ın ellerinde hayatı öğütülerek dört duvarın içine sıkıştırılmış genç bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. Gül’ün dört duvarı aşıp evden çıkabildiği o ana kadar sarkaçlı saat, tik taklarıyla, zamanı kendine saklamalarıyla, zamanı yanlış anlarda dondurmalarıyla eşlik ediyor hikayeye. Ve sonra evin karanlığında, buzdolabında saklanan cesetle birlikte kendiliğine bırakılırken, tik taklarını yeniden duyuracağı anı bekliyor.

KİNTSUGİ, RESUL VE TAMİR EDİLECEK ŞEYLER

‘Cüret’in bir diğer ana karakteri Resul’le ise antika dükkanına giden yolun sapağında karşılaştırıyor bizi yazar. Resul, kendi içine dönük hikayesinin satırlarında bizi dolaştırırken, ölen ikiz kardeşi Rasih’ten, babasından yadigar dükkanından, annesiyle bir başına kaldığı evden, balık yemeyi ne kadar özlediğinden bahsediyor ve sonrasında olacaklara dair büyük bir ipucu barındıran şu cümleleri kuruyor: “Kintsugi bana tamiri imkânsız sandığım bazı şeylerin eski haline gelebileceğini öğretmişti. İzler taşıyarak, o izleri iyice göz önüne sererek.” Bu cümleler, sayfalar sonra Gül ve Resul’ün kesişecek hayatlarında, Resul’ün üstleneceği rolün alt metnini avuçlarımıza bırakır nitelikte.

Resul’ü odağımıza aldığımız bu bölümün arka planında ise, bulanıklaşan suları, şehrin üzerine inen sisi ve molotoflardan yükselen dumanı görüyoruz. Şehre karanlığı salanların kimliği belirsizliğini korurken, daha sonra olacaklara dair Öteki’ni ayrıştıracak obruklar, halktan biri tarafından şöyle aralanıyor: “…göçmenler, diyen var. Afganlar, Suriyeliler filan. Teröristlerin işi, diyen var.”

GÜL, DAR ODANIN DIŞI VE OĞUZ

“Uuz’un kirli, kılları uzamış önünü avuçladım. Gülüyordu. Ben de güldüm. Parmağımı dudaklarının üstüne götürüp, sessiz ol, dedim. Bakire bir kızın avuçlarından taşan âdemoğlu. Büyüyordu Oğuz şimdi. İki bacağının arasındaki o cansız yılan, ete kemiğe bürünüp şahlanıyor ve kendisiyle birlikte Oğuz’u da büyütüyordu.”

Gül’ün söylediğine göre, Oğuz’un bakımını üstlendiğinden beri tek vücuttu ikisi. Peki gerçek bu muydu, ona aşık mıydı yoksa kadınlığının ayırdına henüz vardığı o anlarda kapana kısıldığı evdeki tek sığınağı mıydı Oğuz? Gül kendini uzun, kıvrak cümlelerle anlatırken bunların cevabını veriyor elbette. Üstelik Aliye Hanım’ın evine geldiği gün sıkıştırıldığı o dar odadan çıkmanın yolunu da Oğuz’la yaşadığı tutkulu gecelerin fitillediği ateşle buluyor. O ateş ki geride kalan her şeyi yakan, tıklattığı kapının ardındaki gerçeklikle kendini önce suçun göbeğinde sonra da yanındaki Gül ve Oğuz’la şehrin tekinsizliğinde bulan Resul’ü de sonunun nereye çıkacağı muğlak bir yolculuğa savuruyor.

Caption

KAYNAYAN SOKAKLAR, ÖLÜM KORKUSU, ÖTEKİ

Şehir yanarken, en güvenli yer evken Gül, Oğuz’u ve Resul’ü peşinden sürükleyerek sokaklardaki karmaşanın içine savuruyor kendini. Kaybolarak, yeniden bulunarak, un ufak olarak yapıyor bunu. Üzerinde Aliye Hanım’ın pardösüsü, çantasında birkaç parça giysiyle bilinmezliğe gitme pahasına çıkıyor o evden. Peki çocukluğundan beri sokak yüzü görmemiş Gül için dışarıdaki bu karmaşa olağan mı olağan dışı mı? Bilmediği bir gerçekliğin içinde Gül, ne kadarını tahayyül edebilir? Aynı anları Resul ve Gül’ün ağızlarından anlatarak çözümlüyor Önderoğlu. Gül’ün gözünden Resul’ü ve içsel yolculuğunu, Resul’ün gözünden ise ablukaya alınmış şehrin yağmalanmış dükkanlarını, Öteki olduğu için kendini tehlike altında gören travestileri, göçmenleri, Alevileri, Arap olduğunun bilinmediği Gül’ü ve hatta engelli olduğu için her an atılan taşlardan birinin hedefinde kalması olası Oğuz’u gösteriyor. Fırsatçıların kol gezdiği sokaklarda, Türk olanlar kırmızı bir kol bandı takmaya, diğerlerinden ayrışmaya çağrılırken, İstanbul büyük bir esaretin altında kalıyor.

Peki tüm bunlara rağmen sokaklarda olmak; evdeki cehennem yalnızlığından, dolapta bekleyen cesedin onları sürükleyeceği mutlak sondan kaçmak, ölüm kokusunu ölüm korkusuyla takas etmek, doğru bir tercih mi? Peki gittikleri yol, sonunda gerçekten bir yere çıkıyor mu? Yoksa şehir aralarından birilerini yutup yok mu ediyor?

GENELE BAKIŞ

Neslihan Önderoğlu, ‘Cüret’in tamamında birinci tekil anlatımı tercih ederken, Gül’ün sesini edebi bir lezzetle, Resul’inkini ise daha sıradan cümlelerle veriyor bize. Bir bölüm ayırdığı Oğuz’un dilinden ise, Oğuz’un kendisinden önce dünyaya gelmiş ve hemen sonra nefesi kesilerek ölmüş abisi Haluk’un yerine doğan bedensel engelli vücudundan ve psikolojik rahatsızlığıyla içine iyice saplandığı, yalnızca bir nefese dönüştüğü zihninden; bilinç akışı tekniği ile sesleniyor bize. Evdeki karmaşanın Oğuz’un zihninden nasıl göründüğünü anladığımız bu bölüm, onun da Gül’e duyduğu sonsuz sevgiyi anlatır nitelikte.

Kitabın genelinde başarılı bir anlatım, iyi bir konu bulduğunu düşündüğüm Önderoğlu’na küçük bir eleştiride bulunacağım. Gül’ün zihnimizi uçuran cümlelerinin altının biraz doldurulmuş olmasını tercih ederdim. Çok kitap okumasını ve belki onu böylesi donatacak bir karakterle yaşamış olmasını belki. Mesela Aliye Hanım’ın kocası Reşat Bey, böyle biri olamaz mıydı?

ALAN KURDİ’YE…

Neslihan Önderoğlu, ‘Cüret’i Alan Kurdi’ye ithaf ederek açıyor. Bu yüzden ben de bu yazıyı Alan Kurdi’yi anarak bitirmek istiyorum.

2015 Eylül’ünde Bodrum’da batan fiber teknenin yolcularından biriydi Alan. Cansız bedeni Fenerburnu Sahili’ne vurduğunda henüz üç yaşındaydı. Suriyeli bir Kürt çocuğuydu. Kurtuluş umuduna sarılan ailesinin, hiçbir şeyden haberi olmayan küçük ferdiydi.

Aramızda onlarca Alan var şimdi. Kimi ‘Cüret’te çıkıyor karşımıza, kimi sokakta. Kimi adını değiştirip Gül oluyor, dilini konuşmaya çekiniyor, kimi kırmızı bandı takmayı reddedip ötekileştiriliyor.

Neslihan Önderoğlu ‘Cüret’te olası bir krizi, ev içindeki distopyanın şehirdekiyle takasını, olabileceklerin karanlığını sunuyor bize.

Yaşamayı başarmış Alanlar’ın hissettiği o korkunç duyguyu ise Gül’ün ağzından şöyle aktarıyor: “Ben doğduğum günü bilmem, bir tek bu eve geldiğim günü hatırlarım. Her yıl bir doğum günü gibi hatırlarım bu kapıdan içeri girip koltukların ucuna düşecekmiş gibi eğreti ilişmemizi. Babamla Reşat Bey’in yaptığı pazarlığı. O sırada Aliye Hanım’ın salonun bir köşesinde durup yerdeki bir böcek ölüsüne bakar gibi bakışlarını üstümüze diktiğini.”

Bu yüzden bu yazı da Alan Kurdi’ye ve gerçek adı Ceylan Aziz olan Gül’e ithafımdır. Umarım şimdi kendilerini mutlu saydıkları bir yerlerde, onlara bir böcekmiş gibi bakmayanların arasında özgürce koşuyorlardır.

mamakajans.com.tr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu